194
Views

Yazan: Dilek Neşe Açıker

Yıllar önce DOT tarafından sahnelen ve Yüzleşme Tiyatrosu’nun önemli örneklerinden biri olan Sansürcü (The Censor)  oyununun yazarı Anthony Nielson onu asıl alakadar edenin – oyunun da odaklandığı gibi – kişinin kendine uyguladığı sansür olduğunu söyler ve fikrini aşağıda tırnak içine alınmış cümlelerle ifade eder:

konusiyasi değil, daha çok kişisel düzlemde” Nielsen’in ilgisini çekiyordu. “Otosansür fikri beni hep cezp ediyordu.” Sansürcü figürü “baskı altında tuttuğumuz ve zihinlerimizden kesip çıkardığımız her şey için” bir eğretilemeydi (Suratına Tiyatro, Aleks Sierz, 2000, sf.110).

Fransızca ayıplama, ahlak denetimi, ahlak polisi gibi anlamlar taşıyan Censure kelimesinden gelerek dilimize yerleşen “sansür” Türk Dil Kurumu Sözlüğünde Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükümetçe önceden denetlenmesi işi, sıkı denetim’ şeklinde tanımlanır. Söz konusu sıkı denetimin ne kadar sıkı ya da gevşek olacağı iktidar sahibinin dünya görüşü, amacı, hevesleri, yaşam biçimi tahayyülü ve buna uygun çıkarlarıyla doğru orantılıdır.

İktidar sahibinin en sevdiği oyuncaklarından biridir sansür. Toplumun neyi okumayacağına, neyi görüp duymayacağına karar verirken esasen eş zamanlı olarak neyi okuyacağına, neyi göreceğine, neyi duyacağına, neyi bileceğine karar vermesidir. Devlet/hükümet açısından sadece kendini korumaya alma – iddia daima toplumu korumaktadır – amacı gütmeyen sansür eylemi, uygulayıcısı için aynı zamanda bir haz alma durumu yaratırken varlığını ve zalimliğini gösterme biçimlerinden biri olarak da işlev görür.

Tüm iletişim araçlarıyla birlikte ahlaki bilgi sağlama ya da kendini sevdirme zorunluluğundan azade sanat evreni de sansür uygulayıcının ilgi alanındadır. İktidar sahibi siyasal ve kültürel iktidarının kalıcılığı için ne kadar ileri gitmesi gerekirse o kadar gidecektir. Toplum üzerindeki sansür baskısı arttığında, buna bağlı olarak otosansürün devreye girmesi kaçınılmazdır. Parazitlenmiş zihin ilk aşamada kararsızlaşır. Neyin “iyi” neyin “doğru” olduğu hususunda tedirginlik yaşar. Ardından ya devlet ve toplum nezdinde makbul kişi haline gelmeyi seçer ya da bunun tam karşısında durur. Otosansürün bir sebebi de dönüşmüş topluma kendini kabul ettirme, aynı iktidar sahiplerinde olduğu gibi varlığını sürdürme, kabul görme ihtiyacı ve düşüncesidir.

Toplumun bizzat sansür uygulayıcı haline geldiği durumlarda üreten ve tüketici arasındaki “mesafe” silikleşir. Diğerinin eylemine, düşüncesine, üretimine ya da değerlerine karşı anlayışsız ya da merhametsiz karşılıklar vermekten kendini alıkoyamama, anlık kitlesel tepkilere kendini kolayca kaptırma davraşını adeta norm haline gelir. Toplum ve toplumun parçası olarak kişi artık karar verici ve müdahalecidir; bu haliyle üretim aşamalarının içindedir.

Romanlar idealize edilmiş ve norm haline gelmiş özelliklerin dışına çıkarak yeninin tahayyülüne olanak verirken gelecek için sonsuz senaryolar sunmaları, fikirler içermeleri ve hayal kurdurabilme yetileriyle sansürcünün öncelikli hedeflerindendir. Sansürcü için kitaplar toplum üzerinde belki de olduğundan daha tesirli görülür.

Oscar Wilde’ın meşhur eseri Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray) sansür tarihi açısından üzerinde durulması gereken bir örnektir. Eser yazıldığı dönemin ahlak anlayışına uygun bulunmaz ve ilk yayımı editörler tarafından sansürlenir. Sansürlenmiş metin de okuyucu/toplum tarafından tepkiyle karşılaşınca bu defa Wilde otosansür uygulayarak metni yeniden yazar. 2011 yılına gelindiğinde ise The Picture of Dorian Gray: An Annotated, Uncensored Edition (Dorian Gray’in Portresi: Açıklamalı ve Sansürsüz Basım) başlığıyla Harvard University Press tarafından sansürsüz haliyle yayımlanır ve böylece eserin üç versiyonu ortaya çıkar. (Söz konusu sansürsüz metin Ülker İnce tarafından Türkçe ’ye de çevrilmiştir.)

İhtiyaç duyduğu ideal hassas kitleyi yaratmayı ve ona hitap etmeyi tasarlayan iktidar sahipleri geçmişte olduğu gibi bugün de kitaplar için ürkütücü bir tehdit olmaya devam ediyor. “Kaygılı” toplulukların buna yatkın oluşunun da verdiği özgüvenle dünyanın her yerinde bu konuda geriye doğru adımlar atıyor.

Sansürü kitlelere olağan bir eylem gibi gösterip kabul ettirmek için sübjektif ve ucu açık kavramların devreye sokulması da bildiktir. Bunlar ekseriya başına “toplumsal,” “geleneksel,” “genel” gibi kelimeler alır ve bireylerin gönüllü olarak altına girme ihtiyacı hissedeceği kadar geniş bir şemsiye yaratırlar. Örneklerini gün be gün daha sık gördüğümüz üzere şemsiye altındaki kişi kendini iktidar gücünün temsilcisi olarak konumlandırır ve birinci elden müdahale etme yetkisi olduğu fikriyle yaşar.

Sansür yalnızca geri kalmış ülkelerin değil, kendini demokrasinin beşiği olarak pazarlayan ülkelerin de meselesidir.

Margaret Atwood’un diziye de uyarlanan, gerçek dünyanın bir tür distopyası diyebileceğimiz Damızlık Kızın Öyküsü ( The Handmaid’s Tale, 1985 ) romanı da yayımlandığı tarihten bu güne sansüre uğrayan kitaplardan biri oldu. Kısa süre önce sansür tarihinin simgelerinden biri olan kitabın ateşe dayanıklı bir versiyonu basıldı ve duyurusu ilgi çekici bir lansman videosuyla Atwood’un bizzat kendisi tarafından duyuruldu.

Margaret Atwood, “Kitaplarımdan birini yakmayı deneyip başarısız olacağımı hiç düşünmemiştim. Damızlık Kızın Öyküsü birçok defa yasaklandı – bazen Salazar ve Frankocular döneminde Portekiz ve İspanya gibi tüm ülkeler tarafından, bazen okul kurulları tarafından, bazen de kütüphaneler tarafından. Umalım ki Fahrenheit 451‘de olduğu gibi toptan kitap yakma aşamasına gelmeyiz,” diyerek günümüz modern dünyasında kitapların hala ne kadar büyük bir tehdit altında olduğuna dikkat çekti.

Bugün bir nevi sanatın, fikirlerin ve kelimelerin gücünün test alanındayız. Onların arkasında ne kadar güçlü durur ve vazgeçmezsek sansür duvarını aşmamız da o denli kolaylaşacaktır. Bir arada olabilirsek sessiz ve karanlık bir dünyanın da önüne geçebiliriz.

Makale Etiketleri:
·
Makale Kategorileri:
MANŞET · VE DİĞER