68
Views

Eski fotoğrafları çıkardım çekmeceden. Tanıdığım, tanımadığım, hayal meyal hatırladığım, unutulmuş ya da hafızamda hiç yer etmemiş insanların, mekânların, zamanların seyrine daldım. İyi ki fotoğraflar var. Şehrin belleği gibi benimkinin de kolayca silinebildiğini fark ettim. Hatıralarla daha sık görüşmek gerekiyor belki de, lakin hayat bunun için fazla çetin.

Siyah beyaz ama bir o denli renkli görüntüler arasında gezinirken dünyadaki ilk fotoğrafıma rastladım. Uzun uzun bakıp düşündüm. Daha birkaç aylık bir bebekken, Kocasinan Caddesi üzerinde, penceresinin altında kırmızı boya ile “Oligarşi mezara halk iktidara” yazan evimize aşağı yukarı yüz metre uzaklıkta bulunan, Vatan Caddesi’yle Oğuz Kağan Caddesi’ni birleştiren köşede yer tutmuş Lunapark Gazinosu’nda konserdeyiz ailece. Aile derken çekirdek olandan epey genişiz fotoğrafta. Sevdiğim, sevmediğim kim varsa masanın etrafına toplanmış. Çakıl Gazinosu’na da gidermişim meğer aynı kadroyla, onu da yeni öğrendim. Herkes itinayla giyinmiş, süslenmiş, yüzlerde tatlı bir telaş.

Halbuki memleket zor günlerden geçmekteydi. Zor günleri ezelden beri bitmeyen memlekette geceleri gündüzlerden daha zordu. Silah sesleri hiç eksik olmuyordu. Baba ya grevde ya lokavt var ya da… Arada bir de, yol arkadaşlarının da izniyle geceden bilet kuyruğunda. Çünkü ertesi gün Fener’in maçı var.

Bense hep lunaparktayım.

Uzak geçmişime dair çokça anım vardır Lunapark Gazinosu ve oyun parkıyla ilgili. Ürkek ve üstüne fazla düşülen bir çocuk oluşum sebebiyle binemediğim dönme dolabın ve tehlikeli görülen başka eğlence aletlerinin buruk ukdesini saymazsak, mekândaki cıvıltılı neşeyi, koşuşturmayı, heyecanı şu an bile iliklerime kadar hissediyor, gayriihtiyari gülümsüyorum. Eski filmlerde üşenmeden lunaparkı arıyorum. O günlere ve bilhassa gazinoya ait pek çok eğlenceli, güldüren anekdot anlatılırdı eş dost arasında. Hepsi hala kulağımdaymış meğer.

Gazinonun yıldızlarından Serpil Örümcer’e âşık bir tanıdığımızın şarkıcıyı izlerken heyecandan sigarasıyla kendini tutuşturması bitmek bilmeyen mizah konusuydu. İlk kol, bacak kırıklarını Vatan Caddesi’ndeki lunaparkta yaşamış çocukluk arkadaşlarımın alçılarıyla övüncünü de unutamam. O vakitler kırık bir kola sahip olmanın tuhaf bir üstünlük hissi vardı.

Lunaparkın dışındaki dünyada hüznün sokak sokak gezindiği sabahlar yaşanırdı. Anne babaların eve gelmesinin başka bir anlamı vardı. Lakin lunapark oradaydı ve sanki dünyayı neşeye boğarak kurtaracaktı. Çocukluk işte.

Memleket korku tünelinden geçiyordu. Tünelin ucunda 82 anayasası. Tünel fevkalade karanlık bir yere çıkıyordu.

Sonra… Sonra var olan hüzünler büyüdüler, yanına yenileri eklendi. Aynı birbiri ardına eklenen işgalci beton bloklar gibiydiler. Bir gün lunapark kapandı dediler.

Neşem kaçtı, haritama bir çizik daha attım, bunu da kaybettik diyerek.

Annemin ilk gittiği sinema gibi, benim ilk gittiğim yer de silindi haritadan bir gün. Biri düğün salonu şimdilerde, birinin yerine heyula gibi bir bina dikildi. Hep güzel hatıralara vesile olmuyor güzel yerler. Kadın cinayetleriyle ilk tanışmam da bir sinema salonunda olmuştu. Annemin çok korktuğunu anımsıyorum. Ben çocuktum, ufacıktım.

Öğrencilik yıllarımızda, deniz kıyısında sohbete daldığımız, simidin yanına bir bardak çay içtiğimiz yere girmek bugünlerde yasak. Bakmak bile sakıncalı.

Ezbere bildiğim yollar yerinde değil.

Yüzünü ezbere bildiğim insanlar uzaklarda.

Bildiklerim hep uzak.

“Her şey değişiyor,” dedi kadın. “Lokalim kapandı. Patatesçi, bakkal… Hepsi gitti.”

Başımı kaldırıp ekrana baktım. Açık kalmış televizyonda, yabancı bir dizinin kadın karakterlerinden birinin sözleriydi bunlar.

Cevap verdim kendi kendime konuşarak, “Lunapark kapandı. Ciğercimiz, balıkçımız… Hepsi gitti.”

Her şeye bu kadar kolay uyum sağlamamız ya da sağlar görünmemiz saçma değil mi?

Dilek Neşe Açıker

Makale Kategorileri:
MANŞET · VE DİĞER